Av. Tufan Akcagöz

MENDERES, YASSIADA VE KAYBOLAN YILLAR

Av. Tufan Akcagöz

Yassıada kararlarını yok hükmünde sayan kanun teklifi TBMM Genel Kurulu’nda kabul edildi.
Ne oldu şimdi, 1950 ile 60 arasını hepten mi sildik hafızalardan?
Dikkat buyurun; Adnan Menderes'i bugün demokrasi kahramanı diye tanıtmaya çalışanlarla, onun demokrasi karşıtı olmayı bırakın, demokrasinin adeta köküne kibrit suyu döken uygulamalarını görmezden gelenler aynı kişiler. 
İdamı, bir ceza olarak reva gören anlayışı tümden reddettiğimiz için, Menderes'in idamının da bizim açımızdan doğru bir tarafı yoktur.
Ancak, suç ve ceza münazarası yaparsak; ortada Menderes'e ve o dönem kendisine ortaklık edenlere atfedilecek onlarca suç bulursunuz ki, kendisinin yargılandığı suçlar da esasen bunlardır. 
Bugün bir Mahkeme kurulacak olsa ve bir an için o Mahkeme'nin adil bir yargılama yapacağını düşünürsek, Adnan Menderes yine suçlu bulunur, yine ceza alırdı. 
Ülkede ne kadar demokrasi karşıtı varsa, bir koro halinde Adnan Menderes'in avukatlığını yapıyor; sizce bunda bir gariplik yok mu?
Gelmiş geçmiş tüm gerici hükümetler, Adnan Menderes döneminde demokrasinin adeta şaha kalktığını ve 27 Mayıs darbesinin bunun önünü kestiği savını ileri sürerler. 
Bu ne kadar doğru? 
Bir yanlış ile başka bir yanlışın üzerini örtebilir misiniz? 
Demokrat Parti ve Adnan Menderes, kim ne derse desin, aklanabilecek işler yapmış değildir. 
14 Mayıs 1950 tarihinde sandıktan çıkarak gelenlerin en büyük düşmanlığı, kendisine oy vermeyen kesime, kısa ve net bir ifadeyle muhalefete olmuştur. 
Demokrat Parti büyük bir hızla demokrasi karşıtlığının odak noktası haline gelirken, ülkede kendisine muhalefet edebilecek, akademi de dahil hemen tüm kesimleri karşısına almaktan çekinmemiştir. DP, demokrasinin değil, halk düşmanlığının abidesidir.
İsmindeki demokrat ifadesi, sadece tabela yazısından ibaret kalmıştır.
Bu, kara işler peşinde koşan partinin adında 'Ak' olması gibi bir şeydir. 
Demokrat Parti, bugünün siyasi terminolojisinde de yer bulan 'garip gureba' desteği ile iktidara geldi. 
'Yeter, söz milletin!' mottosu, geniş halk yığınları karşısında taraftar toplamaya yetmiş ve artmıştı bile.. 
Oysaki söz, 1923'ten beri millette idi. Altı yüz yıllık Osmanlı sultasına son veren Türk devrimi, egemenliği milletin kendisine vermişti. Ancak demek ki millet henüz bunun farkında değildi. 
Demokrat Parti, büyük bir seçim zaferi ile mi geldi? 
İsterseniz bir de buna bakalım.
14 Mayıs 1950 seçimleri, Türkiye'nin ilk demokratik seçimi olarak kabul edilir.
Toplam seçmen sayısı 8.905.743..
Toplam kullanılan oy sayısı 7.953.085..
Toplam geçerli oy sayısı 7.953.055..
Buna göre genel katılım oranı yüzde 89 civarında.
Oyların yüzde 55'ini Demokrat Parti alıyor, yüzde 40'ını ise Cumhuriyet Halk Partisi. 
Buna karşılık Demokrat Parti 416 sandalye kaparken, Cumhuriyet Halk Partisi ise 69 sandalyede kalıyor. 
Devrin seçim sistemi öyle.. 
Alınan oy oranı ne olursa olsun, Cumhuriyet Halk Partisi'nin 27 yıllık iktidarı sona ermiş oldu ve seçimin asıl önemli sonucu budur.
Adnan Menderes, hakkında açılan 13 davanın 12'sinden ceza aldı. Kendisini yargılayan ve bugün verdiği kararlar yok hükmünde kabul edilen Yüksek Adalet Divanı, hakkında 17 Eylül 1961 tarihinde idam kararı verdi. 
Çok zaman sonra, 1990 yılında çıkarılan bir yasayla, Menderes ve onunla beraber mahkum edilenlerin itibarları iade edildi.  
Menderes'e atfedilen çeşitli suçlar vardı. Bunlardan biri, 'Cımbız davası' adı ile bilinen örtülü ödenekten para söğüşleme davası idi. 
Bu yargılamanın sonunda Menderes, 11 yıl 8 ay hapis cezasına mahkum olacaktı. 
Ancak Menderes, bunlara devede kulak dedirtecek başka büyük işlere kalkışmıştı. 
Soğuk savaşın en çetin şartlarıyla sürdüğü dönemde, 'Küçük Amerika olacağız. Her mahallede bir milyoner yaratacağız.' diyerek Türkiye Nato'ya üye yapılmış, yüzlerce Türk genci Amerikan subaylarının emrinde Kore'de ölüme gönderilmişti. 
Bu, Amerika'ya şirin görünme çabası, bugünün teslimiyet zamanlarının temellerinin atıldığı yıllardı. 
Türkiye Nato'ya girmiş, bir nevi Amerikan postuna bürünmüştü. 
Bunun gereği elbette, sadece Kore'ye asker göndermekten ibaret değildi. 
Amerika, o yıllarda bir komünizm heyulasına karşı savaşıyordu. 
Bunun için elinden geleni yapan sözde hür dünya, korku sanrıları içinde düşmanlar yaratıyor, sonra bu düşmanları bir bir imha etmek için senaryolar hazırlıyordu. 
1952 yılında, NATO'nun isteği üzerine komünizme karşı gayrinizami harp yapacak olan Seferberlik Tetkik Kurulu, daha sonraki adıyla Özel Harp Dairesi kuruldu. 
DP iktidarı, tüm aydın kesimlere karşı memleket içinde adeta küçük Amerika gibi davranıyor, terör estiriyordu. 
Türkiye artık Amerika için, komünizmle mücadele neferiydi. 
DP, henüz iktidarının da başlarında sayılırdı. 
Bu gelişmeler, Türk ve dünya kamuoyunda ciddi şekilde ilgi çekiyor, Türkiye'nin bu tavrı daha çok dikkat uyandırıyordu. 
'Savaşa hayır' demek suçtu.
İçlerinde Behice Boran'ın da bulunduğu Türk Barışseverler Cemiyeti'nin Kore Savaşı karşıtlığı, derneğin kapatılması ile sonuçlanacak, dernek yöneticilerine 15'er ay hapis cezası verilecekti. 
Amerikan yandaşlığı, sola karşı bir husumeti ve baskıyı beraberinde getirdi.
Siyasî tarihimizde, 51 tevkifatı olarak anılan, içlerinde Ruhi Su'nun da bulunduğu TKP'lilere yönelik, baskı ve yıldırma politikaları, 187 aydının tutuklanması ile sonuçlanacak, DP'nin iktidarı süresince de devam edecekti. 
70'li yıllarda da çok can yakacak olan Türk Ceza Kanunu'nun 141 ve 142. maddeleri, DP iktidarı döneminde en ağır halini almıştı. 
Solcu aydınlar bir bir fişlenip, cezaevlerini boylarken İslamcı teorisyen Necip Fazıl gibileri ise, 'Amerikan politikasını korumakla mükellefiz. Amerikan siyasetini tutmak biricik yol. Amerika'dan nazlı bir sevgili muamelesi görmek biricik dikkatimiz olmalı. Yoksa bir Amerikan bahriyelisinin iki yana açık bacakları arasında mütalaa ettiği kadından ileri geçemeyiz.' diyerek Amerikan seviciliği majör seviyeye taşıyor, sahibi olduğu Büyük Doğu Dergisi'nin sayfalarından, DP hükümeti ile aynı ayarda Amerikancılık fışkırıyordu. 
Muhalif her düşünce neredeyse komünizm propagandası olarak algılanıyor, en ufak düşünce açıklaması yapan kişi soluğu mahkemede alıyordu.
Bugün neredeyse her kesimin severek şiirlerini okuduğu Nazım Hikmet, bu dönemde vatandaşlıktan çıkarıldı. 
Nâzım Hikmet, Türk dilini en iyi kullanan şairlerdendi ve Kore'ye asker gönderilmesini eleştiren '23 sentlik asker' şiiri, Cumhurbaşkanı Celâl Bayar ve Başbakan Adnan Menderes'in sinirlerini hoplatmaya yetmişti.
Şöyle diyordu şair: 
'Mister Dalles,
sizden saklamak olmaz,
hayat pahalı biraz bizim memlekette.
Mesela iki yüz gram et alabilirsiniz,
koyun eti,
Ankara'da 23 sente,
yahut iki kilo kuru soğan,
yahut bir kilodan biraz fazla mercimek,
elli santim kefen bezi yahut,
yahut da bir aylığına
yirmi yaşlarında bir tane insan.
erkek,
ağzı burnu, eli ayağı yerinde,
üniforması, otomatiği üzerinde,
yani öldürmeğe, öldürülmeğe hazır,
belki tavşan gibi korkak,
belki toprak gibi akıllı
belki gençlik gibi cesur,
belki su gibi kurnaz
(her kaba uymak meselesi) ,
belki ömründe ilk defa denizi görecek,
belki ava meraklı, belki sevdalıdır.
Yahut da aynı hesapla Mister Dalles
(tanesi 23 sentten yani)
satarlar size bu askerlerin otuz beşini birden
İstanbul'da bir tek odanın aylık kirasına,
seksen beş onda altısını yahut
bir çift iskarpin parasına.
Yalnız bir mesele var Mister Dalles,
herhalde bunu sizden gizlediler:
Size tanesini 23 sente sattıkları asker
mevcuttu üniformanızı giymeden önce de,
mevcuttu otomatiksiz filan,
mevcuttu sadece insan olarak
mevcuttu, tuhafınıza gidecek,
mevcuttu hem de çoktan mı çoktan,
daha sizin devletinizin adı bile konmadan.
Mevcuttu, işiyle gücüyle uğraşıyordu,
mesela, Mister Dalles,
yeller eserken yerinde sizin New-York'un,
kurşun kubbeler kurdu o
gökkubbe gibi yüksek,
haşmetli, derin.
Elinde Bursa bahçeleri gibi nakışlandı ipek.
Halı dokur gibi yonttu mermeri,
ve nehirlerin bir kıyısından öbür kıyısına
ebemkuşağı gibi attı kırk gözlü köprüleri.
Dahası var Mister Dalles,
sizin dilde anlamı pek de belli değilken henüz,
zulüm gibi,
hürriyet gibi,
kardeşlik gibi sözlerin,
dövüştü zulme karşı o,
ve istiklal ve hürriyet uğruna
ve milletleri kardeş sofrasına davet ederek,
ve yarin yanağından gayrı her yerde,
her şeyde,
hep beraber,
diyebilmek için,
yürüdü peşince Bedreddin'in
O, tornacı Hasan, köylü Mehmet, öğretmen Ali'dir.
kaya gibi yumruğunun son ustalığı:
922 yılı 9 eylülüdür.
Dedim ya Mister Dalles, ,
Herhalde bütün bunları sizden gizlediler.
ucuzdur vardır illeti.
Hani şaşmayın,
yarın çok pahalıya mal olursa size,
bu 23 sentlik asker,
yani benim fakir, cesur, çalışkan, milletim,
her millet gibi büyük Türk milleti.'
Amerikan subayı Mr.Dalles o günlerde, Türk askerinin kendileri için çok ucuza mal olduğunu, asker başına günlük 23 sent harcadıklarını söylüyordu.
Büyük şair Nazım'ı harekete geçiren, Dalles'in, insanın içini acıtan bu sözleriydi. 
Akabinde Nazım Hikmet, 'Pasaportsuz olarak İstanbul'dan Romanya'ya kaçan ve oradan da Moskova'ya giderek havaalanında memleketi aleyhinde beyanatta bulunduğu ve müteakiben radyo yayınlarında Türkiye'nin hükümet şekli ve hükümeti idare edenler aleyhinde geniş propaganda kampanyasına girişerek, komünizmi yaymak maksadını güden neşriyatiyle Sovyet Hükümeti'nin verdiği hizmeti ifa etmekte olan maruf komünist Nâzım Hikmet Ran'ın kendisine bu hizmeti terk etmesi hususunda yapılacak tebligatın da bir fayda vermeyeceği mülahaza edildiğinden, Türk Vatandaşlığı'ndan çıkarılması Bakanlar Kurulunca kararlaştırılmıştır'' denilerek Türk vatandaşlığından çıkarılıyordu. 
DP, emekçi sınıflara göz kırparak, Cumhuriyet Halk Partisi'nin 27 yıllık iktidarında işçi düşmanlığı yaptığını söyleyerek ve hatta grev ve toplu sözleşme hakkı tanıyacağı propagandası yaparak iktidara geldi. 
Ancak, iktidara geldikten sonra, istediği değişikliği yapacak parmak sayısına da fazlasıyla sahipken, bu konuda ne teklif sundu, ne de bu konuyu gündeme getirdi.  
Hatta tam aksine, sendikaları ve işçileri baskı altına almayı tercih etti. 
İşçiler, sendika kurma ve grev hakkına ancak 27 Mayıs sonrasında hazırlanan 1961 Anayasası ile kavuştular.
Türk futbol tarihine aşina olanlar, ismini tarihe altın harflerle yazdıran 'Lefter Küçükandonyadis' adını, gözleri dolarak hatırlayacaklardır. 
Takvimler, 1955 yılını göstermektedir. 
Evvelinde, azınlıklara karşı garip bir düşmanlık politikası baş göstermiş, tarih 6 Eylül'e geldiğinde azınlıklara yönelik fiili bir saldırı gerçekleşmiştir ki, bu Cumhuriyet tarihinin en büyük ayıplarından biri olarak kayda girer. 
İçinde, yakın dönemin Sivas, Çorum ve Maraş olayları gibi öteki düşmanlığı barındıran, yoğunlukla İstanbul ve İzmir'de gerçekleşen saldırıların, kimi kesimler tarafından 'milliyetçi refleks' olarak adlandırılması, dünya kamuoyunda Türkiye aleyhtarlığı yapanlar için büyük bir koz olmuştur. 
Yaşanan bu olayların, Kıbrıs meselesi üzerinden cereyan bulması, her ne kadar milliyetçi bir dalganın seyri gibi görünse de, olayların sonunda azınlıklara ait sermayenin tasfiyesi, 6-7 Eylül olaylarının çok daha sinsi ve planlı olduğunu bize göstermektedir. 
Aradan altmış beş yıl geçtikten sonra daha rahat söyleyebiliyoruz ki, dönemin tanık ve tanıklıklarını masaya yatırdığımızda, yaşanan tüm gelişmelerin DP'den habersiz gerçekleşmesi mümkün değildir. 
Olayların başlangıcı olarak kabul edilen, 'Atatürk'ün Selanik'teki evine bomba atıldığı' yönündeki provokasyonun tamamen hükümet tarafından gerçekleştirildiği, bizzat dönemin tanıkları tarafından ifade edilmiştir.
İstanbul Ekspres gazetesi olaylar başlamadan yaklaşık iki saat önce, “Atamızın evi bombalandı” manşetiyle ikinci baskısını yapmış, tirajı normalde 20 bin civarında olan gazete 6 Eylül 1955 tarihinde 290 bin basmıştır.
Bu gazeteyi iktidar desteği olmadan bu denli propaganda organı haline getirmek mümkün müdür? 
Dönemin Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu'nun, 'Toplumu kontrol altına alamayız' mahiyetindeki sözleri, ilerde yaşanacak olayların adeta alt yapısını oluşturmuştur.
Bu söz, yıllar sonra söylenecek olan 'Milyonları evde zor tutuyoruz' sözünün iptidaî halidir. 
Evet, toplum kontrol altına alınamamış; sonuç itibariyle Rumlara ait 4.214 ev, 1.004 işyeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır, 26 okul ile aralarında fabrika, otel ve bar gibi yerlerin bulunduğu 5.317 mekân saldırıya uğramış ve tahrip edilmiştir. 
10'un üzerinde insan hayatını kaybetmiş, onlarca kadın tecavüze uğramış ve yüzlerce insan yaralanmıştır. 
Başbakan yardımcısı Fuat Köprülü, hükûmetin olaylardan haberi olduğunu ancak gün ve saatinin muayyen olmadığını açıklamış, yıllar sonra 6-7 Eylül olaylarının DP hükümeti ve Özel Harp emri ve bilgisi dahilinde bir tertip olduğu, çeşitli çevrelerce ve Özel Harp Dairesi eski başkanlarından Em. Org. Sabri Yirmibeşoğlu tarafından da doğrulanmıştır. 
Ortaya çıkan sonuç, insanlık adına utanç vericidir.
Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın, İstiklal Caddesi’ndeki hasarı görünce, etrafındakilerin duyacağı bir sesle İçişleri Bakanı Namık Gedik’e “Galiba dozu kaçırdık” dediği söylenir. 
Gelelim Lefter'e.. 
Lefter, İstanbul aşığı bir beyefendidir.
Fenerbahçe spor klübünün gözdesi, Türkiye'nin medarı iftiharıdır.
Öyle ki, Türk seyircisi ona 'Ordinaryüs' lakabını takmış, kendi aralarında ona 'Ver Lefter'e, yaz deftere' gibi deyimler bile uydurmuştur. 
Ancak, kışkırtılmış cehalet, maalesef Lefter'i de vurur. 
Büyük futbolcu, 6-7 Eylül olaylarında yaşadığı zulmü şu sözlerle anlatır:
'15 gün önce gol attığımda omuzlardaydım. O gün ise kayalar ve boya tenekeleri ile karşılaştım. En kötüsü harçlık verdiğim çocuklar evime saldırdı. Kızlarım küçüktü, onları öldürmeye kalktılar.' 
Lefter, son röportajlarından birinde 'Kim yaptı?' sorusunun kendisine defalarca sorulduğunu, bu sorunun yanıtını o günlerde vermediğini, bugün de bu soruya cevap vermeyeceğini söylemiştir.
Ah Lefter!
Sana böyle bir barbarlığı yaşattığımız için bizi affet.
Olaylar sonunda bir çok gayrimüslim, ülkeyi terk eder. 
Kimileri tarafından olaylar, halkın duygusal tepkisi diye izah edilirken, kabak yine komünistlerin başına patlar.
Yaklaşık elli kadar solcu aydın tutuklanır. 
Saçmasapan bir iddianame hazırlanır, tutuklananlar beş altı ay sonra beraat edip serbest kalırlar. 
Demokrat Parti dönemi, demokrasinin emekleme döneminin ziyan olmasına sebep olmuştur. 
Ve demokrasi adına kaybolan yıllardı.
Adnan Menderes, tabanına yönelik 'Siz isterseniz Hilâfet'i bile geri getirebilirsiniz' derken, Cumhuriyet devriminin ışığından hiç nasibini almadığını gösteriyordu. 
'Millete mal olmuş inkılapları muhafaza edeceğiz, millete mal olmamış inkılapları tasfiye edeceğiz.' diyerek, bizzat Atatürk tarafından, millet dinini kendi dilinden öğrensin; din, simsarların eline kalmasın diye getirilen Türkçe ezan, sırf devrim aleyhtarlığı düşüncesiyle ortadan kaldırılıyordu. 
Türkçe ibadet, Atatürk'ün üzerinde özenerek çalıştığı ve adeta İslam'ın rönesansı denilebilecek uygulamalardandı. 
Millet, kendini dinini, yine kendi dilinden, hiç bir aracıya gerek olmadan öğrenebilecekti. 
Rafa kalktı. 
Adnan Menderes'i ve Demokrat Parti dönemini aklamak, bu saydığımız nedenlerle pek mümkün değildir. 
İdamı; evet bir mağduriyettir ama hayatının, bir ihtilal Mahkemesi'nin kararıyla son bulması bile onu melek yapmaya yetmez. 
Yaşadığı ve kamuoyu tarafından da bilinen gayrimeşru ilişkilerini hiç gündeme getirmiyorum bile. 
Bize ne!
Sadece Berrin Menderes'i, yani eşini ilgilendirirdi; o da öldü gitti. 
Zaten bu çarpık ilişkiler, siyaset cephesinde de karşılık bulmamıştır.
Hatta, Adnan Menderes'in yasak aşkı Ayhan Aydan'a imzaladığı aşk dolu fotoğraf bir muhabir tarafından görüntülenmiş; İsmet İnönü bunu seçimlerde DP aleyhine kullanmayı teklif eden partililere şiddetle karşı çıkmıştı. 
Aradan altmış yıl geçtikten sonra bir siyasi partinin liderine, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Deniz Baykal'a da bir takım kaset oyunları oynanacak; ne acı tesadüftür ki Menderes'in siyasi varisi olarak lanse edilen Tayyip Erdoğan, bizzat seçim meydanlarında bunu, 'Ne özel hayatı, genel, genel!' diyerek propaganda malzemesi olarak kullanacaktı. 
İsmet Paşa terbiyesi, özel yaşamı, siyasetin kirli dehlizlerine üstün tutuyordu.
Adnan Menderes'in on yıllık siyasi iktidarı, yedi düvele karşı bağımsızlık mücadelesi vermiş bir milletin, yeniden ve bu defa ekonomik olarak ablukaya alınabileceğinin ilk provalarına sahne oldu.
Marshall yardımları, o dönemin Amerikan oyunuydu. 
Menderes bunun farkında bile değildi.
Yabancılara petrol arama ve çıkarma izni de ilk kez DP iktidarı döneminde verildi. Aynı zamanda Yabancı Sermayeyi Teşvik Yasası çıkarıldı.
Küçük Amerika olacak, bölgesel hâkimiyetimizi güçlendirecektik. 
Oysaki Amerika'nın istediği, Ortadoğu'da kendi çıkarlarını koruyacak bir jandarma karakoluydu. 
Aynı Amerika yıllar sonra yeni bir proje sahneye koyacak, bu projeyi de eşbaşkan adını verdiği oyuncularla yürütecekti. 
İddia ediyorum, FETÖ'nün temelleri ta o zamanlarda atıldı.
Sol karşıtı bir kontrgerilla faaliyeti yürüten ve Amerikan destekli Komünizmle Mücadele Derneği'nin Erzurum'daki kurucularına bakın, içlerinde genç Fethullah Gülen'i görürsünüz. 
Adnan Menderes'e demokrasi kahramanı diyorlar.
Menderes demokrasi kahramanı ise şayet, memleketi vatan cephesine katılanlar ve katılamayanlar diye ikiye bölen kim?
Tahkikat komisyonu kurdurup, muhalefet partisini kapatma girişiminde bulunan kim?
Adnan Menderes ve yargılanan diğer sanıklar hakkında verilen kararları yok hükmünde sayan kanun teklifi TBMM Genel Kurulu’nda kabul edildi. 
Bir ihtilal mahkemesinin verdiği kararı hükümsüz kılmak, belki vicdanları rahatlatır ama iki gerçeği asla değiştirmez.
Bunlardan birincisi, verilen idam kararlarının infazıdır. İnfaz edilen hüküm yok sayılsa da, mağdurları geri getirecek değildir.
İkincisi ise, Adnan Menderes'in on yıllık iktidarı döneminde İsmet Paşa üzerinden Cumhuriyet ve devrim düşmanlığı yaptığı ve milletine karşı suç işlediği gerçeğidir. 
Bugün Adnan Menderes'in adına Havaalanları, bulvarlar var..
Menderes'in mağduriyetini bilvesile dile getirenlerin, ülkenin bağımsızlığı için canını vermiş nice gençleri görmezden gelmeleri, onların, bir taraftan demokrasi vurgusu yaparken, aslında samimi olmadıklarını gösterir. 
'Benim mağdurum iyi, seninki kötü' fikrinden, demokrasi yararına bir sonuç çıkmaz. 
Büyük bir kentin en büyük bulvarına, Mendereslerin adeta rövanşı olarak görülen ve 'üçe üç' naraları arasında idamlarına onay verilen 'Deniz Gezmiş' ve arkadaşlarının adı verilse mesela, Menderes adına yakılan ağıtların gerçekten demokrasi adına olduğuna inanırdık belki. 
Ama yok! 
Söylemeden geçmek olmaz; bugünün çulsuz gelip karunlaşan siyaset erbabından bir farkı vardı. 
Toprak ağasıydı, zengindi. 
Dolayısıyla, fakirlik edebiyatı ile oy devşirmeye kalkmadı.
Bizim milletimiz de zaten zengini seviyor, gizli gizli onlara öykünüyor, kendisi fakir olmasına rağmen fakirden nefret ediyordu. 
Aradan bunca zaman geçtikten sonra, rahatlıkla diyebiliriz ki; siyasetçi postal endişesi ile, asker korkusu ile devlet yönetmeye kalkarsa, o memlekette demokrasinin ilerlemesi mümkün değildir. 
Siyasetçinin bağlı olması gereken tek kurum hukuk olmalı, politikacı attığı her adımın yargı denetimine tâbi olacağını düşünmeli ve bu gerçek onu disipline etmelidir. 
Çekinecekse askerden filan değil, milletin kendisinden çekinmelidir. 
Her darbe, demokrasiden bir büyük parçayı alır çürütür.
Millet, kendi kendini yönetmeyi bilmek, demokrasinin tüm kural ve kurumlarını işletmek zorundadır.
Hiç bir siyasi iktidar ya da seçim zaferi, kişiye mutlak iktidar vermez.
Hiçbir şatafat, ilelebet sürmez. 
O nedenle, demokrasiye yakışan taç değil Meclis, saray değil kültürdür. 
Sandığın olduğu her yerde, azınlığa da bir gün çoğunluk olabilecek nazarıyla bakılmalı, muhalefetin hakları korunmalı ve iktidar dışındaki tüm unsurların demokrasinin bir parçası olduğu mutlak surette vurgulanmalıdır. 
Demokrasi, böyle yaşar ve var olur. 
Millete tepeden bakarak, kendinden olmayanı aşağılayarak, muhalefete yaşam hakkı tanımayarak demokrasiyi işler kılmak mümkün değildir. 
Bir söz de muhatabına;
Menderes'in mezarına her gün gitseniz, bin fatiha okusanız, millete samimi gelmez, sandığa bir faydası olmaz.
1950 ile 60 arası gündeme geldiğinde, kendisini devrimci ve yurtsever olarak tanımlayan herkese düşen görev, bu dönemin karanlık yönlerini direkt olarak, kürsülerden, hiç çekinmeden millete anlatmaktır. 
Aksi, yardakçılık olur.. 
Bir işe yaramaz ve kaybettirir.